Filistin Sorunu: Arap Hegemonyası Çıkarlarının Kilit Çatışma Alanı mı?
Filistin meselesi, Ortadoğu’nun karmaşık jeopolitik denklemlerinde sadece çatışma alanı değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel güçlerin stratejik hesaplaşmalarının yansımasıdır. Filistin sorununu tarihsel arka planından güncel diplomatik kırılmalara kadar, aktörlerin çıkarları ve stratejik hamleleri üzerinden doğru değerlendirilmeli.
Tarihsel Arka Plan: Mandadan Mikro Devletçiklere Uzanan Hegemonya Mücadelesi
Filistin’in bugünkü durumu, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla başlayan ve 1907 Sykes-Picot Antlaşması ile şekillenen hegemonya mücadelesinin sonucudur. İngiliz mandası altındaki Filistin, 1947 BM Taksim Planı ile Yahudi ve Arap devletleri arasında bölünme önerisiyle karşılaştı. Arap devletlerinin bu planı reddetmesi ve 1948’de İsrail’in kuruluşu, bölgede yeni dönemi başlattı. Ürdün’ün Batı Şeria’yı, Mısır’ın Gazze’yi işgali ve 1967’de İsrail’in bu bölgeleri ele geçirmesi, Filistin’in coğrafi ve siyasi kaderini belirleyen kritik dönemeçler olmuştur. Bu süreç, Filistin’in kendi kaderini tayin etme mücadelesinden ziyade, bölgesel güçlerin stratejik hamlelerinin sonucu olarak okunmalıdır.
Filistin’in Araçsallaştırılması: “Savaş Eşeği” Metaforu ve Vekil Güçler
Filistin halkı, Arap devletlerinin kendi içsel rekabetlerinde ve jeopolitik çıkarlarında kaldıraç olarak kullanılmıştır. Bu durum, Arapların “savaş eşeği” metaforuyla açıklanabilir; Filistin, bölgesel güçlerin vekil savaşlarında araç haline getirilmiştir. Hamas gibi aktörlerin, Arap devletlerinin vekil gücü olarak konumlandırılması, Filistin’in özgürlük mücadelesinin ötesinde, Arap hegemonyasının duygusal mobilizasyon stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Çocukların ve sivillerin savaşta araçsallaştırılması, İslami etik açısından da ciddi sorgulamaları beraberinde getirmektedir.
Türkiye’nin Stratejik Körlüğü: İdeolojik Romantizmden Çıkar Odaklı Pragmatizme
Türkiye’nin Filistin politikası, tarihsel olarak ideolojik ve duygusal bir zeminde şekillenmiştir. 1988’de Filistin Devleti’ni tanıyan ilk ülkelerden biri olması ve FKÖ ile kurulan ilişkiler, bu yaklaşımın göstergeleridir. Ancak, Türkiye’nin Filistin’e verdiği desteğin İsrail’in uluslararası izolasyonunu engellediği ve Arap devletlerinin kukla rejimler olduğu eleştirisi, Türk devlet aklının zayıflatılması olarak yorumlanmaktadır. Güncel diplomatik stratejiler, Türkiye’nin “iki devletli çözüm” söylemini sürdürerek sahadaki imkânsızlığı diplomatik zaman kazanımı olarak kullandığını göstermektedir. Türkiye’nin Filistin politikasında duygusal reflekslerden ziyade, ulusal çıkarlar odaklı yeniden konumlanma ihtiyacı açıktır.
Filistin’in Türkiye’ye Karşıtlığı: Bölgesel Çıkarların Çatışması
Filistin’in Türkiye’nin bölgesel çıkarlarına aykırı tutumları, Türkiye’nin Filistin politikasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. KKTC’nin tanınmasına karşı çıkması, PKK-PYD militanlarını eğitmesi, Güney Kıbrıs Rum kesimini desteklemesi, Uygur Türklerini terörist olarak nitelemesi ve Ermenistan tezlerini benimsemesi gibi örnekler, Filistin’in Türkiye’ye karşıt pozisyon aldığını göstermektedir. Bu durum, Türkiye’nin Filistin ile ilişkilerinde duygusal bağlardan ziyade, stratejik çıkarlarını ön planda tutması gerektiğini vurgulamaktadır.
İran’ın Jeo-Teolojik Stratejisi: Kerbela’dan Gazze’ye Uzanan Nüfuz Alanı
İran’ın Filistin’deki varlığı, Şii teolojisinin “acıdan hegemonya üretme” stratejisiyle açıklanabilir. Kerbela anlatısının Gazze’de yeniden üretilmesi, İran’ın bu bölgeyi jeo-teolojik nüfuz alanı olarak kullandığını göstermektedir. İran destekli milislerin Gazze’deki varlığı, bölgesel çatışmayı mezhebi ve ideolojik düzleme taşımakta, Arap ve İsrail eksenine ek olarak üçüncü bir hegemonya hattı oluşturmaktadır. Bu durum, Ortadoğu’daki güç dengelerini daha da karmaşık hale getirmektedir.
Güncel Diplomatik Kırılma: Tanıma Dalgası ve Sahadaki Gerçeklik
2025 BM Genel Kurulu’nda Fransa, İngiltere, Kanada, Portekiz ve Malta gibi ülkelerin Filistin Devleti’ni tanıması, Filistin’in uluslararası meşruiyetini artırırken, İsrail’in yerleşim politikalarına karşı küresel tepki olarak okunabilir. Ancak, Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişlemesi ve Gazze’nin yaşanmaz hale gelmesi gibi sahadaki gerçeklikler, iki devletli çözümün fiilen imkânsızlaştığını göstermektedir. Türkiye, bu süreçte hem Arap ülkeleriyle hem Batı ile hemde İsrail ile diplomatik denge kurmaya çalışarak kendi stratejik çıkarlarını koruma gayretindedir.
BARAN AKSOY